25 Kasım 2008 Salı

İnsan ömrü

İnsan ömrü gün be gün uzuyor, teknolojideki ve tıptaki gelişmelerin hızına bakılırsa son sürat de devam edecek. İlk çağlardaki avcı toplayıcı atalarımızın çoğu kimi zaman vahşi hayvanlar, kimi zaman vahşi insanlar, kimi zaman da basit soğuk algınlığı yüzünden daha benim yaşıma gelmeden bu dünyadan göçmüş. Zaman ilerledikçe, daha yakın atalarımız komünlerini, aşiretlerini oluşturmuşlar, kendilerini korumaya başlamışlar, yerleşik hayata geçişle beraber tarım ve hayvancılığı geliştirip daha iyi koşullarda yaşamışlar. Ama tabi nerde bolluk orda bokluk, türlü türlü yeni hastalıklar çıkmış, böylece bizimkilerin ömrü nispeten azıcık uzamış. Yüzyıllar yüzyılları kovalamış, İstanbul (kimilerine göre işgal, kimilerine göre) feth edilmiş, amerika kıtası (kimilerine göre) bulunmuş, avrupada rönesans olmuş, bilim ve tıp almış başını yürümüş; diğer tarafta nice savaşlar, katliamlar, hastalıklar, felaketler geçmiş öyle yada böyle insan ömrü biraz daha uzamış, dünya nüfusu biraz daha artmış...

Hergeçen gün yeni hastalıklar çıksa ve eski virüsler mutasyona uğrayıp tedavileri alt etmeyi başarsa da, gün gelecek yaşlanmanın tamamen önüne geçilecek. 20-25 yaşıdan sonra hücreler eski hızıyla yenilenemediği için yaşlanmaya başlıyoruz. Demek ki, belki genlerle oynanmasıyla veyahut belki de bir hormon ilacıyla, ya da belki de bizim şuan ki bilgimizin ötesinde bir yöntemle bu yenilenme sürekli kılınabilir. O zaman zaten yaşlanmayla tetiklenen bir çok hastalığın önüne geçilmiş olunacak ve bizlerde aynı hayal dünyasında ki Elf'ler gibi asla yaşlanmayacak, sadece kederden (mesela adam kederden kanser olacak), yada kılıç yarasından (bu araba kazasıda olabilir) öleceğiz.

Bir de insan ömrü denince aklıma hep "Allah sevdiği kullarını erken yanına alır" deyişimiz gelir. Yukarıda da söylediğim gibi insan ömrü sürekli uzuyor, yani tanrı insanları ortalama olarak gittikçe daha geç yanına alıyor. Acaba çağlar geçtikçe insanlar doğal özünden uzaklaşıp, gittikçe yozlaştığı için, kendi türüne bile gittikçe daha çok düşman kesildiği için tanrı da onları gittikçe daha az mı seviyor. Ortalama insan ömründen ve dünya nüfusundan böyle bir sonuç çıkıyor.

Unutmadan bir de reenkarnasyon yani öldükten sonra yeniden dünya'ya gelme mevzusu var. Bu konuyu düşününce de "Before Sunrise" isimli filmdeki karakterin fikri geliyor aklıma. Abimiz hatuna yazarken bu konuda afili bir laf ediyordu, bende vay be demiştim. Eğer insanlar sürekli yeniden doğuyorlarsa ve insan nüfusuda sürekli artıyorsa, demek ki yeni doğan insanlar öncekilerin ruhlarını aralarından paylaşıyorlar. Ruh devaluasyonu gibi...Yani abimiz de kalitemiz düşüyor, yozlaşıyoruz, eski insanlar çok daha kral adamlardı demeye getiriyor.

Son noktayı fizikle koyalım. Doğadaki enerji asla kaybolmaz ancak şekil değiştirebilir. İnsan varlığı da bir enerji olduğuna göre sadece şekil değiştirebilir, asla yok olamaz ve yoktan var olamaz.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Anlatıcak Birşeyler Bulmalı!

Uzun bir süredir arkadaşlarımın bloglarını okuyorum ve hep ben de yazmalıyım diye düşünüyordum. Ama herzaman ki, üşenme ve erteleme politikamı bu konuda da uyguladım. Ve geldik bugüne, artık ne başka bir ülkedeyim, ne geziyorum; anlatmaya değer belkide hiçbir şey yapmıyorum ve sanırım işte bu yüzden artık başlıyorum. Anlatmaya değer hiçbir şey yok diyerek hayata haksızlık etmeyelim, önemli olan onu anlatmaya değer kılabilmek, yada biraz kendi kendine abartarak onu anlatılabilir hale getirebilmek diyerek geyikler alemine girişimi de yapayım.

Haziran'da okulu bitirdikten sonra ve hipersonik müzik grubum Hoppa Essentials'la Ağustos'ta İngiltere'ye gittikten sonra, çok da renkli şeyler olmuyor. Çoğu kişilerce bilindiği gibi bir master denemem oldu bu geçtiğimiz sürede. İngiltere dönüşünde herzaman olduğu gibi ani bir kararla bir master'a başvurmaya karar verdim, yaptığım yine ani araştırmayla sadece Ankara Üniversitesi'nin bazı fakülteleri ve İstanbul Üniversitesi'nin bazı fakültelerinin başvurusunun devam ettiğini gördüm, ve hemen şansımı bunlarda denemeye karar verdim. Enteresan bir seçim aşamasından sonra kendimi Ankara Üniversitesi Siyasal Fakültesi Yönetim bilimleri yüksek lisansında buldum.


Sosyal bilimlere karşı olan bir ilgim vardır hep; tarihi, siyaseti ve bunlarla ilgili okumayı severim. Zaten bölümün seçme mülakatında da, bu konulardaki (kimi zaman desteksiz) sıkışlarım sayesinde başarılı oldum sanırım. Herşeyin en başında olduğum gibi yine çok gazdım, çok hevesliydim, daha dersler başlamadan hemen gidip konuyla ilgili kitaplar aldım ve tabii ki hala okumadım!... Dersler başlayınca bir afallama oldu bende. Yıllarca ingilizce sayısal dersler görmenin, çoğu zaman sadece tahtadaki formülleri deftere geçirmenin ve hocalarımın birbirinden ilginç ingilizcelerini sadece arka fonda dinleti olarak algılamanın etkisiyle, siyaseti veya yönetimi türkçe olarak dinleyince kendimi sanki televizyonda bir açıkoturum programı izliyormuşum gibi hissetmeye başladım. Etrafımdaki toy arkadaşlarımın birbirinden ilginç sorularıyla sınıf gerçekten bir televizyon programı gibi olmaya başlıyordu. Arkadaşlarıma toy dememin nedeni, bilimsel hazırlık alıyor olmamdan ötürü, sınıf arkadaşlarımın çoğunun 2. ve 3. sınıf öğrencileri olmaları, yani takriben 88-89 doğumlu kardeşlerimiz. Parantez içinde, bu sayede genç nesilin nasıl serpilip güzelleştiğine bir kere daha tanık olma fırsatı buldum. Neyse fazla uzatmayayım, bir ay boyunca derslerime gittim geldim, zaten topu topu haftada 2 gün 2 şer saatten dersim vardı. Sınav zamanı geldi, çalışmaya başladım ve bu bir ay boyunca olan şüphelerimde haklı olduğumu gördüm. Bu yönetim bilimleri sadece devlet yönetimiyle ilgiliydi, ve eğer Kaymakam olmak istiyorsam, benim için gerçekten iyi bir seçimdi. Ama kısa sürede kaymakam olma isteğimi kaybettim ve sınavlara girmemeyi tercih ettim, tabi yine ani bir kararla.

Aşağı yukarı üç haftadır iş arıyorum, bazı bazı avrupada ki master olanaklarına bakıyorum. İş konusu için harika bir zamanlamam olduğunu kabul etmem gerek, bütün başvurularıma jet hızıyla geri dönülüyor, mülakattan mülakata koşuyorum demek isterdim ama diyemiyorum. Bugüne kadar sadece dün odtü teknokentte bir şirketin sınavına girdim, yakında da mülakat olucakmış. Konuyla ilgili detayları eğer kayda değer birşey olursa sonra vereceğim.

Bitirmeden önce, bugünlerde çok severek dinlediğim bir grupdan bahsetmek istiyorum. Grubun ismi Janet&Jak Esim, aslında bunlar sanatçılarımızın isimleri. Kendileri ülkemizin yahudi asıllı vatandaşlarından ve kendi kültürlerinin müziklerini yapıyorlar. Kültürleri derken biraz daha açıyım, şarkılar ladino dilinde. Ladino dili, İspanya topraklarından 15. yüzyılın sonlarına doğru kovulan ve doğuya göçedip, Osmanlı topraklarına yerleşen yahudilerin konuştukları dil. 15. yüzyılda konuşulan ispanyolca ve ibranicenice'nin bir karışımıyken, dil günümüzde doğal olarak türkçe ve rumca kelimeleri de içeriyor, ve kullanıcıları çoğunlukla yanlızca Türkiye'de kalan yahudiler, yani yok olmaya yüztutmuş dillerimizden biri. Müziğe geri dönersek, Endülüs topraklarından çıkan bu insanlar, akdenizin, egenin, anadolunun kültürünü harmanlamış ve müzikleri de bunun bir yansıması. Grubun beraber çalıştığı müzisyenler içinde Erkan Oğur ve Bülent Ortaçgil var. Zaten düzenlemelerin çoğu Erkan Oğur'un ve sırf bu bile dinlemek için bir neden, zaten dinleyince ustayı perdesiz gitarı ve e-bow'u ile hemen hissediceksiniz.