24 Eylül 2009 Perşembe

Ayvacık, Büyükhusun'da bir hafta


Büyükhusun, Çanakkale'nin Ayvacık ilçesine bağlı 500 nüfuslu bir yörük köyü. Katıldığımız, Buluşma Noktası isimli projenin çalışma alanıydı. Sahil kenarı değil, ancak, şahane deniz manzaralı, güzel insanları olan şirin bir köy. Yaklaşık bir hafta boyunca, gündüzleri çeşitli atölye çalışmalarında yerli halkla beraber çalıştık, akşamları çeşitli etkinliklerde beraber eğlendik. Hoppa Essentials ile verdiğimiz konserde, bu akşamlık eğlencelerden biriydi. Geceleri ikametgahımızsa, yine Ayvacıkta, köyümüze arabayla 15 dakika uzaklıktaki Kadırga Koyunda bulunan, istanbullu misafirperver bir çiftin sahibi olduğu mütevazi ama çok rahat ve huzurlu, denize sıfır, tatil köyünün miniciği bir işletmedeydik.


Asıl konum olan köye dönelim. Bir hafta boyunca katılımcılar, başlığı "Geri Dönüşüm" olan atölyelere katıldılar. Ben hem eğlenip hem de öğreneceğimi düşünerek, yerel mutfak atölyesine katıldım. Beklediğimden çok çalışmak zorunda kaldım, yeri geldi üç çuval domates doğradım, bol bol bulaşık yıkadım ama bunlara değecek bir şey oldu, diğer atölyelerde olamayacağı kadar köyün yerlileriyle iletişim kurdum ve beklediğim kadar eğlenip, öğrendim. Çünkü atölye çalışmalarımız Hasan Açanal (Akdeniz Mutfakları Konservatuarı Türkiye Kolu Başkanı ve Türk Mutfağı Kültürü uzmanı ve İstanbul Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Gastronomi Bölümü'nde Türk Mutfağı Kültürü dersi hocası) önderliğinde ve Büyükhusun hanımefendileri öğretmenliğinde hergün yerel bir yemeğin yapımıydı. Bu sayede ilk günden itibaren öğretmen ninelerimizle, teyzelerimizle ve ablalarımızla tanışma, konuşma; bazen evlerine, mutfaklarına misafir olma şansına eriştik. İlk gün utangaç, sessiz olan, bize yaptırmaktansa, herşeyi kendileri yapmayı tercih eden öğretmenlerimiz, günler ilerledikçe bize alıştılar, sevdiler, ve öğretmen moduna girdiler. Neredeyse hiçbirşey bilmeyen şehirlilere genellikle güldüler. Son günlere doğru, hocalık yapmaya iyice alıştılar, oturup, çalışmayıp bize ne yapmamız gerektiğini söylemenin keyfine vardılar.. Başköşeye dizilip, bize öğrettiklerini yapıp yapamadığımızı izleyen, tatlı şiveleriyle bizle dalga geçip, kıkırdayan teyzeler, nineler görülmeye değerdi!.. Efendim ben ve diğer arkadaşlarım gün boyunca neler mi pişirdik, işte günlük mönülerimiz;



13 Ağustos - Bamya Yemeği, Kabak Çiçeği Dolması, Soğan ve Kuru Üzümlü Tavuklu Pilav, Cacık
14 Ağustos - Salça, Nohut Yemeği, Pilav
15 Ağustos - Peynirli Patlıcan, Yoğurtlu Biber, Köfte
16 Ağustos - Tarhana Çorbası, Dürme/Basma Börek(peynirli ve soğanlı ekmek, italyanların Focaccia'sına benzer), Yalancı Dolma
17 Ağusto - Mantı (Bulgurla dürüm yapıldıktan sonra kızartılan, ufak ufak kesilip Yoğurtla servis edilir), Gözleme(Semizotlu), Höşmerim (peynir tatlısı)



Gözlemlediğimize, anlattıklarına ve Hasan Açanal hocamızın yorumlarına göre bölgede her zaman, bütün yemekler için sadece zeytin yağı kullanıyorlar. Ekonomik sebeplerden tamamen bağımsız bir şekilde, kırmızı eti çok çok seyrek tüketiyorlar, ve aramıyorlar. Onun yerine balık tüketiliyor. Yeşillikleri her öğünde bolca tükettiyorlar. Anadolunun diğer bölgelerinde çok rastlanmayan bir şekilde kahvaltıda ekmek ile salça çok yeniyor. Ama pembe domates dedikleri, damarlı, kokulu domateslerin tatlandırdığı, bizim de yaptığımız salçalar gerçekten inanılmaz güzel kokulu ve lezzetli, insan yemeğe koymaya kıyamaz. Bölgenin mutfağı ege, yörük mutfağının harmanı şeklinde, ikisinden de öğeler taşıyor. Yemeklere et konmaması, ve zeytin yağı ile pişirilmesinden ötürü yemekler oldukça hafif ve lezetli.



Köy bir balıkçı köyü değil, denize uzak. Anlattıklarına göre yörük obasının eskiden kışlağı burasıymış ama sonra burda yerleşik hayata geçmişler. Köyün epey uzağında birde Küçükhusun köyü var, onlarda aynı obadan akrabalarıymış ama artık kimse kimseyi tanımıyor, yerleşikliğe geçeli çok zaman olmuş. Hayvancılık ve tarım yapıyolar. Bol bol zeytinlik var etrafta. Balıkçı olmadıklarından çok fazla içki tüketilmiyor, dediklerine göre köyler sahile yaklaştıkça içki tüketimi de artıyormuş, balığın etkisiyle. Köylü yabancıya çok alışık, köy dışından gelen herkese istanbullu diyorlar. Köyde zaten 3-4 tane istanbullunun bir kaç günlüğüne dinlenmeye geldikleri çok lüks villaları var. Yaşlılarından, çocuklarına hepsi bize çok büyük alaka, misafirperverlik gösterdiler. Evlerini, yurtlarını açtılar. Anılarını, dertlerini paylaştılar. Hepsini çok sevdim, hepsi sağolsunlar.

24 Temmuz 2009 Cuma

Uzun zaman oldu yazamadım, yazacak bişi olmadı da ondan yazmadım değil, bayadır bir koşturmalar içindeyim. Seneye ne yapıcam, ne edicem, master mı yapıcam, yoksa askere mi gidicem, master yapıcaksam ne yapıcam, burda mı kalıcam, Almanya'ya mı bakıcam, İsveç mi yoksa İtalya mı, burda kalırsam İstanbul'a mı gidicem, derken sonunda ne olacağı belli oldu. Uzatmadan sonucu veriyim, İstanbul'a gidiyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi, Enerji Enstütüsü, Yenilenebilir Enerji Kaynakları üzerine master yapıcam.
Aslında önceden planladığım bir program değildi, itü'de ki bölümlere bakınırken dikkatimi çekti, sonra incelemeye başladım, çevremdekilerle konuştukça, bilgilendikçe, benim için bir mühendislik master'ından daha faydalı olacağına, hem akademik açıdan hem de iş açısından olanakları bol olan bir alan olduğuna kanaat getirdim. Konu hakkında iki üç aylık bir çalışma, araştırma ve hazırlanmanın sonucunda, sınav ve mülakatlardan başarıyla geçip, kayıdımı yaptırdım. Bakalım inşallah iyi olur, güzel olur, sıkılmam.
Bu yüzdendir ki Mayıs'tan beri sürekli bir İstanbul trafiği içindeydim, bir yandan da GSM projeleri exchange'leri derken Ağustos oldu. Şimdi de Hoppa Essentials'la koşturmalardayız, Ağustos'un 13 ünde Çanakkalede bir sanat festivalinde sahne alıcaz, oradan dönüşte de kayıt işlerimizi bitirmek umudundayız, bakalım...(bir senedir aynı umutlar devam ediyor) Bu arada vakti olanlar, festivale gelmek isteyenler olursa hemen linkini vereyim, dışardan katılımcılar gelebiliyor, atölye çalışmalarında yer alabiliyor. Onun için benimle veya siteden organizasyonla iletişime geçebilirsiniz. Buyrunuz linkimiz: http://www.c-u-m-a.org/

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Mezun Olarak Şenlikler



Mezun olduktan sonraki ilk bahar şenliği de geldi geçti. Açıkçası önceki senelerde olduğu gibi önceden bir iple çekme, sevinç duyma durumum olmadı. Bunun nedenini uzun zamandır kampüste olmamama bağlıyorum. Mezun olduğum 28.Haziran.2008 tarihinden beri genellikle Ankara'da bulunuşuma rağmen ODTÜ'ye heralde 5-6 kezden fazla ayak basmadım. Her gittiğimde de "vay be özlemişim" ilk düşündüğüm, "bu genç cernerasyon kızları da acayip iyi yaa" ikincisi oldu.(Yada tam tersi)

Neyse şenlik geldi çattı, ilk gün olan çarşamba hiç bir öğrencime gitmem gerekmiyordu, böylece bütün günü eskiden olduğu gibi okulda geçirdim. Okula giriş her sene olduğu gibi aramalı ve de maceralıydı. Benim de yanımda, ODTÜ'den olmayan bir alman arkadaş vardı. Ama gayet cool davranarak, bölüme gelen bir misafir olduğunu söyledim ve hiç bir sorun olmadan içeriye ikimizde girdik. Ama bu giriş ve içki araması sırasında önceki yıllarda az mı içki kaptırdık. Sanırım en fenası okula girdiğim ilk sene, hazırlık yılının bahar şenliğinde başıma geldi. Teclübesizliğimizden okula önceden içki sokmamıştık ve arabalı bir arkadaşımla(Ekrem) ilk gün okulun yakınındaki Naz Marketten bira almaya gittik. Tabi bunu öğrenen kankalarımız onlarada almamızı istediler ve pek tabii ki bizde kıramadık, başımıza geleceklerden habersiz. Almışken de 4 günlük alalım, içeri yurtlara koyarız, hergün keyfimize bakarız, hergün git gel olmaz dedik. Adam başı hergün altışar biradan, 4 gün etti 24 civarı bira. 8-9 kişi vardı alacağımız da. 200 den fazla bira aldığımızı hatırlıyorum. Zaten arkadaşın dağcı çantasını almıştık kamufle etmek için biraları, ona rağmen bagajda çantanın arkasında bir kaç kasa bira vardı. Efendim sözü fazla uzatmayayım, markettekiler bizi gammazlamış olacaklar, heralde içerde satacağımızı düşündüler. Girişte güvenlik direk bizi durdurdu, elindeki kağıtta arabanın plakası yazılı, bizi beklemekteymiş, eliyle koymuş gibi buldu biraları. İç hizmetlerden römorklu traktör geldi, biraları içeri doldurlar saydılar bir güzel, bizi de rektörlüğe götürdüler. Orada anladık ki, disipline verilicez, suçumuz da okulda bira satmak!! Arkadaşın arabasının sticker'ı filan da aldılar. Baya bir tırsmıştık. Ama mutlu son, arkadaşın babasının arkadaşı bir bölümde profesörmüş, o araya girdi filan kurtulduk ama biralara okul el koydu. Biralarla ibret olsun diye ODTÜ filan yazmışlardır, sonra da içmişlerder bir güzel iç hizmetlerde çalışan abilerimiz. Eskilere çok gittik, günümüze dönelim. Şaka maka, üstünden 6 sene geçmiş.

Biz alman arkadaşım David ile içeri girdikten sonra diğer kankaları bulduk, ilk sene olduğu gibi içkimizi almaya gittik, ama bu sene tecrübeliyiz, yakalanmayız.  Akşama kadar güzel geçti, hava iyiydi, ama garip olan etrafta herkes yabancı, sürekli tanıdık birilerini görmüyosun. Akşam Kardeş Türküler vardı stadyumda. Öncesinde de tabiki devrim mumlarla DEVRİM yazılışı. Bu sene R harfindeydim. Kardeş Türkülerden daha sonra ayrıca bahsedicem.

Perşembe günü özel dersler dolayısıyla gidemedim, akşam Yeni Türkü vardı, aslında üşenmeyip gidebilirdim ama önceki günden bir hayli yorulmuşum. Zaten üşengeç bir adamım, yaşlandıkça daha çekilmez oluyorum sanırım. Ama cuma günü yine ordaydım. Cuma günü olması nedeniyle heralde daha çok mezun arkadaşı gördüm. Panayır sahnesinin önünde eğlendik, tepindik, dereyi atlayıp sahneye ulaştık Kingus çalarken. Evren Özgür dereye düştü, düşüşüne üzüldüm, ama geleneğin bozulmayışına da sevindim. Burdan önceki senelerde düşenlere selam olsun. Akşam da bedük diye bir grup vardı, elektronik müzik yapan türk grubu. Çalan herşey nerdeyse sample'dı, vokallerin de yarısı sample'dı. Müzik güzel gibiydi, ama kafalarda iyiydi. Ben bişi anlamadım bu işten.. 


24 Mart 2009 Salı

Erkan Oğur ve İsmail H. Demircioğlu yeniden Ankara'da

Yarın Ankara "eskiyeni bar" da Erkan Oğur & İsmail H. Demircioğlu konseri var. Öğrendiğimde sevindim, kesin giderim dedim ama sonra izlediğim önceki konserlerini düşününce vazgeçtim. Çünkü onları dinlerken oturuyor olmayı, çevremdeki herhangi birşey tarafından dikkatim dağıtılmadan sadece onlara konsantre olmayı isterim. Bar ortamında, insanlar alt alta, üst üste dururken çok keyif alabiliceğimi sanmıyorum. 

Erkan Oğur'un deneysel caz çalışması olan "Telvin" i "if bar"da(performance hall aslında adı ama pek öyle "hall" değil bence) izlemiştim. İnsanların çoğu orda olmak için ordaydı gibi gelmişti bana, herkes alt alta üst üst üsteydi. Konser benim için inanılmaz derecede güzeldi, müzik çok keyif veriyordu,  ama daha sakin bir yerde rahat rahat izlemeyi çok istemiştim ordayken. Erkan Oğur'da izleyici kitlesini anlamış olucaktı ki, aralarda laf sokmuştu. Şarkılardan sonra acayip bir alkış tufanı, futbol maçlarındaki gibi "erkan baba... erkan baba..." tezarruatlardan sonra, Erkan Oğur "Alkışlıyorsunuz ama inşallah samimisinizdir, beğendiğiniz için alkışlıyorsunuz" laflarını hatırlıyorum. Ortamdan da çok mutlu gözükmüyordu açıkçası...

Bilmiyorum, belki dayanamam yarın giderim görürüm. Erkan Oğur çok önemli bir adamdır benim için, bizim cenerasyonumuz şehir çocukları kendi şarkıları türkülerini pek bilmez, en azından ben ve çevremdeki arkadaşlarım çok bilmez sevmezdik, çünkü televizyonlarda gördüklerimizi beğenmezdik. Ama Erkan Oğur, müziğin üstadı, türkünün, anadolunun müziğinin aslında nasıl olduğunu, nasıl olabiliceğini göstermiştir, öğretmiştir. Bembeyaz saçlarıyla, çalarken transa girişiyle, dinleyenleri başka dünyalara götüren sesiyle insan üstü bir varlık gibi, evliya gibi gözükür bana hep. Şarkı aralarında çok güzel konuşur, az konuşur öz konuşur, mesajını verir.
Aklımda kalan bir kaç örnekle bitirmek istiyorum.  

Bir konserinde ey zahit şaraba eyle ihtiram şarkısını Atatürk'ten sonra gelen bütün hükümetlere göndermişti. Buyrun dinleyin... 



Zahit Bizi Tan Eyleme' yi söylerken "Sayılmayız parmak ile, tükenmeyiz kırma ile" dizesinden önce şarkıyı Deniz Gezmişlere göndermişti. Buyrun sizde dinleyin....



16 Mart 2009 Pazartesi

Gezip Gör(e)meyen bizler...




Aslı, özü yörük olan, bin yıllardır oradan oraya, yaz kış tepelerden çukurlara, çukurlardan tepelere göçen; diğer taraftan da yerinden yurdundan hiç ayrılmak istemeyen, ona cezaların en büyüğü sürgün, acıların büyüğü gurbet acısı olan türk milleti gezmiyor, görmüyor, etrafını tanımıyor. Diğer yanda iletişimin, ulaşımın kolaylaştığı, küreselleşen dünya artık daha çok geziyor, daha çok görüyor. Tabi dünya dediysek dünyanın şanslı olan küçük kesimi! 

Bizim halkımızın büyük kesiminin, dünyanın imkanları ve parası olan kesiminde olduğu söylemek zor. Ama olanlar bunu kullanıyor mu?!? Yada en azından olduğu kadarını kullanabiliyor mu? Ben etrafımda olan ortanın ortası veya ortanın üstü denilecek insanlara, özellikle gençlere baktığım zaman diyebilirim ki, büyük çoğunluğu elindeki paranın hepsini bir haftalık bir Bodrum tatiline yada güneydeki herhangi bir 5 yıldızlı otelde "1 hafta herşey dahil" bir tatile harcamaya razı!! Diğer seçenekleri hiç de merak etmez, sen ona anlattığında da beğenmez veya ilgilenmez! Küçük dünyasını büyütmeyi hiç düşünmez.
Böyle bir dış dünya merakı da, bize ne çevremizden, ne ailemizden, ne okulumuzdan, ne öğretmenimizden (hepsi için istisnalar tabi ki vardır) aşılanmaz. Farklı olanı, değişik olanı merak etmeyiz. Ama hepsi hakkında bir fikrimiz vardır, nerden tabii ki, ordan burdan veya şundan bundan! Hani sorarlar ya, çok okuyan mı bilir, çok gezen mi bilir? Buralarda ikisini de yapan pek yok, sanırım televizyon izleyen en çok biliyor artık...

Fazla uzatmayayım, farklılıkları hep bir yerlerden duyunca, duyduğun yerlerde pek sağlam papuçlar olmayınca, çok doğal olarak farklı olanlar daha başından hoşumuza gitmiyor! Ankara, İstanbul, Bodrum, Antalya dışında bir yer görmemiş adama, doğu böyle, doğulu adam da böyle olur dersen, her bir dediğine inanır. Ülkenin dışına çıkmamış, başka yabancıyla tanışmamış adama, bu gavurdur, bizim düşmanımızdır; bu arapdır, bizi sırtımızdan vurmuştur, bu da yahudidir, dikkat et soyar seni dedin mi, hepsine eyvallah eder!! O zaman durumda gittikçe fena olur, şekilde olduğu gibi. 

Neyse, bu konu derin konu.. Ben buraya nerden geldim, gezmekten geldim. Malum dediğim gibi gezmeye, yeni yerler görmeye çok da hevesli değiliz. Ama sevenin de işi zor kardeşim. Şu sınırların dışına çıkmak aslında çok meşakkatli, çok pahalı. Devlet zaten en büyük köstek, pasaportun en pahalısı bizde, dışarı çıkarken vergisini de alıyor!! E hadi bunlar tamam ama pasaporta itimat eden de pek az, bizden vize istemeden kabul eden ülkede yok gibi. Yani, hadi okul bitti ben dünyayı gezicem demek türk gencine imkansız. Ama vize istemeyenler de yok değil tabiki!!

Bugün yurt dışına kampa gidicek gençler için, gerekli bilgiler hazırlarken dışişleri'nin sayfasından bizden bize isteyen istemeyen ülkelerin listesini çıkardım.(Bu arada ben artık GSM yani Gençlik Servisleri Merkezi'nde çalışıyorum) Baktığın zaman, görüyorsun ki vize isteyen ve istemeyen ülkeleri kategorilendirmek biraz zor. Hiç duymadığım ülkeler bazen yeşil pasaporta bile vize isterken, Avrupa Birliğine girmek üzere olan Hırvatistan vizesiz kabul edebiliyor. Fikrimce, dışişlerimizin bu konuda ilgisizliğinden kaynaklanıyor. Eminim ki, vizeden kaynaklanan zaman ve para kaybı çok büyük, hele iş dünyasını düşününce... Ama bu fikir yapısı ve anlayış bizi yönetenlerde mevcut değil....

Bitirken, yaptığım listeyi sizlede paylaşıyım. Aslında biz lacivert pasaportluların da gidebilicekleri yerler var :)  


Yeşil Pasaport (Hususi Pasaport) Vize isteyen Ülkeler:

Afganistan, Amerika Birleşik Devletleri, Angola, Avustralya, Benin, Butan, Birleşik Arap Emirlikleri, Botsvana, Brunei, Bulgaristan, Burkina Faso, Brundi, Cape Verde, Cibuti, Çad, Doğu Timor, Dominika, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator Ginesi, Eritre, Ermenistan, Etyopya, Fildişi Sahili, Gabon, Gana, Gine, Gine-Bissau, Guyana, Hindistan, Irak, İngiltere, İrlanda, Kamboçya, Kamerun, Kanada, Katar, Kıbrıs Rum Kesimi, Kiribati, Komor Federe İslam Cumhuriyeti, Kongo, Kuzey Kore, Laos, Lesotho, Liberya, Libya, Lübnan, Madagaskar, Malavi, Mali, Meksika, Moldova, Mozambik, Myanbar, Namibya, Nauru, Nepal, Nijer, Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Özbekistan, Panama, Papua Yeni Gine, Poertekiz, Ruanda, Rusya Federasyonu, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suriye, Suudi Arabistan, Tacikistan, Tanzanya, Tayvan, Togo, Tonga, Türkmenistan, Uganda, Ürdün, Vanuatu, Yeni Zelanda, Yunanistan, Zibabve 

Yeşil Pasaport (Hususi pasaport) Vize istemeyen Ülkeler:

Almanya, Avusturya, Azerbaycan, Bahreyn, Bangadeş, Belçika, Beyaz Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir,  Çek Cumhuriyeti, Endonezya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Grenada, Hollanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Kuveyt, Küba, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Mısır, Moğolistan, Monako, Moritanya, Norveç, Oman, Pakistan, Peru, Polonya, Romanya, San Marino, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, Ukrayna,  Vietnam, Yemen,

Lacivert Pasaport (Umuma Mahsus Pasaport) Vize istemeyen Ülkeler:

Antigua-Barbuda, Arjantin, Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Belize, Benin, Bolivya, Bosna-Hersek, Brezilya, Ekvator, El Salvador, Fas, Fiji, Filipinler, Gambiya, Guatemala, Güney Afrika Cumhuriyeti, Gürcistan, Haiti, Hırvatistan, Honduras, Hong Kong, İran, Jameika, Japonya, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Kolombiya, Kore Cumhuriyeti (Güney Kore), Kosova, Kosta Rika, Makedonya, Maldivler, Malezya, Malta, Mauritius, Nikaragua, Palau Cumhuriyeti, Paraguay, St. Vincent-Grenadines, Singapur, Solomon Adaları, Sri Lanka, Svaziland, Şili, Tayland, Trinidad-Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Venezuela.


 

18 Şubat 2009 Çarşamba

Taktığımız Günlük Maskeler














Bazımız için ne kadar zordur kendini çalan müziğin ahengine bırakabilmek; hele bir de etrafımızda bizi gözleyen, izleyen gözler varsa. Çoğu zaman etraf gözlenir, nasıl güzel görünürüm, nasıl komik gözükmem diye karar vermeye çalışılır. Çevrede hareketleri hoşa gidenler belirlenir, çaktırmadan taklit etmeye çalışılır. 
En ufak bir topluluk içindeyken bile; insanın, kendini çevresine göre belirlemesi, çevrenin normlarının kendisininkinden çok daha önemli olduğunun ufak bir örneği. 


Geçtiğimiz günler içinde, İtalya Orvieto'da bir gençlik eğitim seminerine katıldım; konu "Çatışma Yönetimiydi". Eğitim verenlerin hepsi gösteri sanatıyla uğraşan, kimi dansçı, kimi tiyatrocu, kimi palyaço, konularının uzmanlarıydı ve senelerdir gençlere bu eğitimi veriyorlardı. Yaklaşık bir hafta süren eğitimde hepimiz gördük ki; insanın, çevreyle olan çatışmalarından önce kendi kişisel çatışmalarını kırması gerekiyor.

Yukarda başladığım gibi, topluluk içinde kendimizi müziğin ritmine bırakırken bile bu kadar sorunlar yaşayan kişiliğimiz, peki günlük yaşamda, en azından yürürken kendi ritmini bulabiliyor mu? 
Eğitim sırasında herkesten, içinden geldiği gibi hareket etmesi istendiğinde; herkesin saçmalaması, ne yapacağını bilememesi izlenmeye değerdi. 
Ya yüzümüze koyduğumuz maskeler!!! Bunlar gerçekten o an içimizden gelip de yüzümüze yerleştiridiğimiz mimikler ve jestler mi, yoksa yine üstümüze giydiğimiz, veya bize çevremizin giydirdiği örtüler mi?!?  Olaylar karşısında, yüzümüzle ve beden dilimizle duygularımızı anlatışımız gerçekten içimizden geldiği gibi mi, yoksa bunların hepsi dışardan öğrendiğimiz ve yapmak zorunda olduğumuz zorunluluklar mı?



Beni en çok etkileyen etkinliklerden biride, yaptığımız bütün çalışmaları (vücut hareketlerimizi serbestleştirme, yüzümüzde doğal olmayan maskeleri çıkarıp atma) bir de yüzümüze kendi yaptığımız maskeleri taktıktan sonra tekrarlamamızdı. İnsanlar yüzlerinde maskeler varken, müzikle veya müziksiz çok daha özgür hareket ediyordu. Maskelere yaptığımız küçük deliklerden dışarıyı; garip maskeleri olan ve garip hareketler yapan insanları izlemek bazen tependen tırnağa ürpertti beni. Ayrıca kabul ediyorum ki, yüzümdeki maskeyle bende çok rahattım, sanki kendimi dışardaki insanların yargılarından kurtarmış gibiydim.




Yine çevremizi gözlemleyerek, diğerlerinin nasıl göründüğünü gözlemleyip yorumlayarak, kendimizi çevremize uydurarak, kişiliğimize gereken kılıfı mı uyduruyoruz. 

Küreselleşen dünyanın gerçeği farklı olanın herzaman dışlanıp, çoğunluğa benzemesini beklemek,  benzemeye zorlamak, uymuyorsa ondan nefret etmek. Belki insanın dışarıyla sürekli bir çatışma halinde olmasının nedeni kendini kabullenememesi, kendi çatışmalarını çözememesi...


11 Aralık 2008 Perşembe

Yunanistan Olayları ve Türkiye

Eminim birçoğunuz görmüşsünüzdür 5 gün önce Yunanistanda 16 yaşındaki bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar gittikçe şiddetleniyor. Dün ülkenin 5 milyonluk çalışan kesiminin hepsi 24 saatlik bir greve gittiler. Bir çok şehirde polisle çatışmaları sürüyor, olaylar Almanya ve Kıbrıs'a da sıçramış durumda.
Grevler ve halk ayaklanmaları aslında, polis cinayetinden bağımsız olarak bir kaç hafta önce planlaktaymış, nedeni hükümetin ekonomi politikaları ve halk düşmanı hareketleri. Gerçekten gıpta ederek izliyorum. Kendi ülkemle karşılaştırıyorum, ekonomik sorun deseniz belki bin beteri, halk düşmanlığı deseniz o daha da beteri. Geçen haftaki Uykusuz dergisinin başsayfasında ki güzel yazıda belirttiği gibi, polis hertürlü zorbalığı yapmakta bu ülkede, o yüzdendir ki polis üniforması giyen canilerce saçından sürüklenerek kaçırılan, tecavüz edilen kız karşısındakilerin polis olmadığını düşünmemiştir bile, çevresindekilerde müdahale etmeyi aklında geçirmemiş, geçirse bile cesaret edememiştir. Polis kıyafetiyle suç işlemek çok kolay çünkü polisin yapabiliceği herşey normal hale getirilmiştir bu ülkede. Hergün birileri devlet tarafından, veya devletin güvenlik güçlerince öldürülüyor bu ülkede ama herşeye alıştığı gibi buna da alışmışız biz, en ufak bir tepkiyi bile veremiyecek hale gelmişiz. Erdoğan'ın dediği gibi hergün "ümüğü sıkılırken", işinden olurken, aç açıkta gezerken, dayak yerken, öldürülürken, hala sesini çıkarıp birlik olmamaktadır.

Ama nedeni halkın kendi ruhsuzluğu mudur, vurdumduymazlığı mıdır işte bu tartışılır. Kendimden örnek vermek gerekirse, bizler 80 dönemi baskısını yemiş, ezilmiş bir dönemi yaşamış insanların çocuklarıyız oyüzden bize herzaman sesimizi yükseltmemiz, sivrilmememiz, olağana ayak uydurmamız tembihlendi. Haksızlığa sesini çıkaran çok azdır benim çevremde, çünkü öyle yetiştmiştir pek çoğu.

Bitirmeden Yunanistanın bu farklı durumundan azıcık daha bahsetmek istiyorum. Dünyada sağ kanat küreselleşmenin etkisiyle yükselirken, yunan arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla sol Yunanistan'da hala kuvvetli. Her seçimde İşçi Partisi yüzde on oy mutlaka alıyor. Yaşlıların dediklerine göre, şuanki Yunanistan Avrupa Birliği'ne girdikten sonra yumuşamış. Eskiden hergün bir olay olur, halk en küçük haksızlıkta sokaklara dökülür, mitingler yaparmış. Hatta, Yunan orduları gemilerle İzmir'e çıkartma yaparken, gemideki birçok solcu asker, bizler emperyalizmin maşası oluyoruz, bu savaş bizim savaşımız değil diye bildiriler dağıttığı için gemilerden denize atılmış. Şuan iktidarda olan sağcı Karamanlis hükümeti deviricek bir hareket başladı, Karamanlis Avrupa Birliğinden yardım istemeyi düşünüyormuş. Umuyorum hükümet devrilir ve yakında seçim olur.